Küçük İtalyan Kasabasının Kısa Masalı 1 : Sesto Calende
Bazı şeyler o kadar güzeldir ki kendine saklamak istersin. Fakat şimdi bir süredir uzak kalmanın etkisiyle o kadar çok özledim ki, bunu paylaşırsam belki özlemimi bir nebze olsun giderebilirim… :)
Geçtiğimiz 1,5 sene boyunca yaşadığım, Kuzey İtalya’da Varese iline bağlı, Milano’ya tren ile 1 saat uzaklıkta, Ticino nehrinin Lago Maggiore gölüne dönüştüğü ilk kasaba olan Sesto Calende’nin hikayesi… Bu rüya gibi 1,5 seneyi anlatmaya kelimeler yetmez, o nedenle fotoğraflarla desteklemeye çalışacağım. Şimdilik bu kasabaya veda etmiş olsam da elimden geldiğince bol bol orayı ziyarete gideceğim… İtalya’ya gitmeden önce bile ülkenin güzelliği tartışılmaz bir gerçekti benim için. Gene de kesinlikle görmeden bu kadarını tahmin etmek mümkün değil. Her şeyden önce doğasına hayran oldum. Her bir bölgesi, şehri ve kasabası ayrı güzel. Geze geze bitiremedim, daha görülecek çok yeri var. En Güney’i ve Sicilya hala beni bekliyor. Ama gerisinin büyük bir bölümünü karış karış dolaşmış olabilirim.
Sesto’ya taşınma hikayesi uzun, özel nedenlere girmeyeceğim. Bu bölgedeki birbirinden güzel kasabalardan herhangi birini seçebilirdim. Sesto Calende’de yaşamayı seçmiş olmamın ana nedeni tren istasyonudur. Buradan direkt Milano’ya tren var. Diğer neden ise İtalyanca kursumun olduğu Gallarate’ye, gene aynı trenle bir kaç durakta ulaşabiliyor olmamdı. Fakat bu rasyonel nedenlerin yanında duygusal nedenler de oldukça ağır bastı! Lago Maggiore kıyısındaki bana göre en güzel kasaba da burasıydı. Aslında tam bilmiyorum neden, ilk görüşte aşk işte! Yakınlardaki kasabalarda yaşayan arkadaşlarımın hepsi kendi kasabalarını öve öve bitiremezken hiç birini dinlemedim. Bir kere diğerlerine göre daha çok hayat vardı, haraketliydi ama bir yandan da huzurluydu. Haraketten kasıt, 10.000 kişilik bir kasaba ne kadar haraketli olursa işte :)
Kronolojik sıra ile anlatmaya çalışacağım, yazının devamı da gelecek…
İşlerimin halen İstanbul’da sürüyor olması dolayısıyla 1-2 ayda bir kesin uçmam gerekiyordu. Sabiha Gökçen-Milano Malpensa 3 saat, oradan 20dk araba ile evdeyim. İstanbul içi ulaşımdan bile daha kolay oluyordu desem yeridir.
Malpensa Havaalanı’na köpeğiniz ile girebilirsiniz sorun yok :)
Havaalanından eve giden yol.
Ve bir anda İstanbul’un çılgın kalabalığından, gürültüsünden bu sakin mekana geliş, huzurlu bir uyku…
Hangi kasabada yaşayacağımıza karar verdikten sonra ilk iş ev bakmak oldu. Tahmin edersiniz ki çok fazla ev olmadığı için kiralık ev sayısı da azdı. 10’a yakın eve baktıktan sonra 3-4 tane ev arasında kaldık. Bunların her birine isim vermiştik. Mesela; “Sinekli Ev”: Gölün hemen kenarında olduğu için çok sivrisinek olacağını düşünmüştük. “Karizması Olmayan Ev”: Manzarası yoksa o evin karizması da yoktur!
Neyse sonunda Piazza yani meydana bakan evi tutmaya karar verdik ki bari biraz haraket olsun, ben bütün gün evde çalışıyor olacağım sıkılmamalıyım evde vs. İyi ki de o evi seçmişiz!
Üstelik balkona çıktığında göl manzarası bile var, daha ne olsun.
Bir Çarşamba sabahı saat 6 gibi pıtır pıtır sesler duydum ama kalkamadım bile. Sonra uyandığımda perdeyi açtım ve bu manzarayı gördüm. İtalyanların çiçeklere ve bahçelerini ekip biçmeye ne kadar meraklı olduklarını pazardaki kocaman tezgahlardan anlamak mümkün.
İlk seferinde kahvaltımı ediyim, işlerimi hallediyim sonra çıkarım derken saati farketmemişim. Pazar saat 1’de toplanıyor diye biliyordum ama gene de ucundan tezgahlar toplanmadan yetişirim diyordum. Camdan baktım, hala oradalar. 5 dakika içeri gidip geri geldiğimde, ki abartmıyorum hadi 10dk olsun… Hiç bir pazar arabası yerinde durmuyordu ve hatta kadın çöpçü yerleri süpürmeye bile başlamıştı! Neyse sonraki haftalarda uyanır uyanmaz aşağıya inmeye başladım :)
Çarşamba günleri benim favori günüm olmaya başladı! Mutfak alışverişinin çoğunu bu pazardan hallediyordum. Ama asıl hoşuma giden pazarın kalabalığı ve herkesin birbirini tanıyor olması. Bizim evin hemen önünde yaşlılar birikirler sanki köyün kahvesi orası gibi, ama oturmadan ayakta saatlerce sohbet ederler. Tahminimce eşleri alışverişte :) Ya da sırf sosyalleşmeye gelmişler.
Dairenin tam altında bir cafe vardı ki hayatımda yediğim en güzel croissantları (Kuzey İtalya’daki adıyla Brioche) burada yemiş olabilirim. Kahvesi de harika. Camı açınca bu kokular hafif hafif eve doluşurdu. Ama hiç rahatsızlık vermeden, sadece fena halde canım çekerdi! Ama sadece Çarşamba sabahları pazar alışverişi sonrası kendimi ödüllendirme olarak kahve ve brioche yiyordum ki çok yememek lazım dikkat etmek lazım ehhemmm… İtalyanlar kadar spor yapamadığımıza göre!!
Her mevsimi ayrı güzeldi. Hemen Alplerin dibi olduğu için, Güneş olmadığı zaman genelde soğuk oluyordu. Ama bahar zamanı gerçekten muhteşem, göl kenarında yürüyüşün tadını çıkarmanın zamanı.
Kış:
Sonbahar:
Göl kenarında bir sürü bank var, bank kapmaca oynamaya gerek kalmadan yer bulmak mümkün zaten her türlü haftasonları hariç asla kalabalık olmuyor. Fakat haftasonları Milano ve Varese gibi büyük şehirlerden akın akın insan geliyor.
Benim de en sevdiğim aktivitelerden biri, bu banklardan birine gidip oturup kitap okumak ve yazıp çizmek. Yanımda mutlaka kendi yaptığım humuslu avokadolu sandviçim ve kahvem olur çünkü o süre içerisinde kesin acıkırım. Sanırım orada okuduğum kadar verimli uzun saatler kitap okuyabileceğim bir ortam daha bulmak zor olacak. Ayrıca buranın bana verdiği ilhamı tahmin edebilirsiniz, sayfalarca yazıp çizdim ve umuyorum bir şeyler çıkacak o yazıp çizdiklerimden. Sürpriz :)
Kasabanın nüfusunun %80’i yaşlı insanlardan oluştuğu ve gündüzleri gençler çalıştığı ya da okulda olduğu için en çok yaşlılarla karşılaşıyordum. Bisiklete binenler, yürüyüş yapanlar mı dersiniz. Acayip sağlıklı görünüyorlar. Bazısı anneannem dedem yaşında ama bisiklete binebiliyorlar… Bu manzara karşısında bir kaç kez gözümün dolduğunu itiraf etmeliyim. İstanbul’daki anneannem ve yeni kaybettiğimiz dedem, geçen sene kaybettiğimiz İzmir’deki babaannem aklıma geliyordu. Bu kadar rahat dışarıya çıkamadıkları için yaşlılık yıllarında çok sıkıntı yaşadılar. Fiziksel aktivite olmayınca beyin de kendini bırakıyor. Ne acı… Dümdüz yollar yok ki çıksınlar dolaşsınlar bi nefes alsınlar. Biz genç halimizle bile önümüze 2 saniye bakmasak hastanelik oluruz. İtalya’ya ilk geldiğimde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de yaya kaldırımları, engelli yolları olmuştu. Kendimi bu yollarda yürürken inanılmaz güvende hissediyordum. O kadar dikkat ettim, bir tane bile kaldırım yoktu ki engelliler için yapılmış yokuşu olmasın…
Tabii bir yandan evde bir hayat var. Uzun süre yaşamayacağımız için sade ve yatak/sofa hariç neredeyse eşyaların tamamını ikinci elci dükkanlardan topladık. Bunun için epey uğraşıp baya bir dükkan baktık ama en sonunda çok sevdiğimiz vintage tarzında dekora sahip bir evimiz olmuştu :) Orada vintage algısı olmadığı için eski eşyalar çok ucuzdu.
Tabaklara kadar ikinci el alma cesareti gösterdim ama bu konuda mutluyum çünkü birbirinden güzel tabaklarım oldu!
Evde işler de var! Bu fotoğrafta çektiğim Başak Yavuz – Bu Aralar klibini kurguluyorum… Genellikle İstanbul’da çekim yapıp kurguyu burada yapıyordum. Sonra bu sistemi geliştirdim monitör büyüdü ve daha rahat çalışmaya başladım.
İstanbul’da “yeterince” ve hatta bazen yoran sosyal bir hayatım olduğu için burada kafa dinlemeyi seçtiğim söylenebilir. Güzel bir dengeydi. İstanbul hem olaylı hem haraketli. Burası hem dingin hem de daha kendi başınalık yeriydi benim için…
Burada da SineMASAL‘ın tanıtım filmini kurguluyorum. O dönemde İtalya’ya taşınalı aşağı yukarı bir ay olmuştu ki midemde ciddi bir sorun olmaya başlamıştı. Kefir sütü içerek rahatlamaya çalışıyordum. Bu sürecin sonunda vegan oldum ve bütün sorunum çözüldü. Tabii o dönemde gene izlediğim hayvanlara yapılan işkence ve katliamları anlatan belgesellerin de büyük etkisi var…
Hatta bu da Gallarate’deki hastanem, doktorum da çok iyi bir adamdı. “Bu hapı her sabah iç öyle iyi olursun” demişti. Hap içerek yaşamamı bekliyordu herhalde :) Şimdilik iyiyim bakalım zaman ne gösterecek. Belki bu gidiş-gelişlerin stresi etki etti, belki ufak bi nazardı geçti gitti :)
Ve gene ikinci el bisikletim.
Başta evin ihtiyaçlarını tamamlamak gerçekten aylarımızı aldı ve en sonunda yorulduk.
Neyse ki büyük alışverişlerinin çok büyük sebze meyve reyonları var ki alışveriş keyifli bir hale geliyordu.
Yedik içtik ee bunları şimdi nereye atacağız? Çöpleri koyduğumuz bir çöp konteynırı göremedim ben? Evi tuttuğumuzda belediye tarafından elimize renk renk büyük çöp torbaları ve bu takvim tutuşturulmuştu. Takvimi çözmemiz 1 senemizi almış olabilir. Bir gün evde “evrekaa” diye koştuğumu hatırlıyorum. Adamların kafası algısı farklı çalışıyor ki! Şimdi o bölgede her gün ayrı bir çöp türü gece 8-9’dan sonra dışarıya çıkarılıyor, sabah erkenden çöpçü tarafından gelip toplanıyor. Haftada iki gün organik çöpleri topluyorlar mesela… Ve eğer yanlış torbaya yanlış geri dönüşümleri koyarsan o torbayı almıyorlar, üzerine bir uyarı yazıp öylece bırakıyorlar. Genelde o yanlışlığı yapan tek kişiler biz oluyorduk zaten :) Neyse meğer bu takvimde adamlar bize göre değil çöpçülere göre gün vermişler! Mesela ben Çarşamba akşamı organik çöp çıkarıyorum, ama çöpçü Perşembe sabah gelip alıyor tabii ki! Ona göre hazırlamışlar ahh uff ohh bee.
Solda plastik, sağda kağıt çöpler ve bunlar iki kişinin bir haftada çıkardığı çöpler! Düşünün ne kadar çok geri dönüşüm yapıyorlar. İstanbul’a döndüğümde organik çöpleri normal çöpe döktüğümde içim fena acıyor!
Bu da bazı Pazar günleri kurulan antika pazarı.
Malesef bu pazar biraz pahalı olduğu için buradan hiç bir şey alamadım. Ama benim belli ikinci el eşya dükkanlarım var ki saatlerimi geçirebilirim içerisinde…
Bu kasabada sadece tek bir dükkan vardı İngilizce konuşan birini bulabildiğim. Gerisi tamamı ile başlarda hiç anlamadan İtalyanca iletişim kurmaya çalışıyordum. Bir yandan kayıtlı olduğum İtalyanca kursum var tabii! Ona çalışmak lazımdı. Sonra çat pat konuşur hale geldim. En azından anlıyordum, temel dertlerimi anlatabiliyordum.
Kurs Gallarate’de olduğu için bu treni epey sık kullandım. Ayrıca tabii arada Milano’ya da gittim. Milano’yu ayrı bir yazıda anacağım için burada bahsetmiyorum şimdilik.
Gallarate’de de Botega Cafe’yi bulmuş olmanın mutluluğu! Ve son cappuccinolarımdan biri (sonrasında vegan olduğum için americano’ya geçiş yaptım :) )… Hiç unutmuyorum İtalyanca derslerinden birinin yarısını kahve çeşitlerini anlatmaya ayırmıştık! “Fotoğrafta gördüğün ne?” diye soruyordu hoca. Hiç birini bilemedim :) Orada kahvelere verdikleri isim bizim buradakiden biraz farklı. Mesela “cafe latte” isterseniz baya kocaman bir bardak süte konmuş 2 şat espresso gelir. Az sütlü kahve seviyorsanız cappuccino isteyin gitsin :)
Gallarate göl kenarında olmadığı için diğer kasabalar kadar güzel değil ama gene de benim için özel bir yerdi. Hem İtalyanca okulum hem de caanım organik marketim orada.
Kışın bir sabah erkenden uyanmıştım. Güneş yeni ağırıyordu. Balkondan göle doğru baktığımda gördüğüm manzaraya inanamadım. Hemen koşarak aşağıya indim ve bu fotoğrafları çektim. Kışın sabah ilk ışıklarında gölün üzerini bir tabaka halinde sis kaplıyor… Büyülü bir manzara…
Umuyorum bir sabah gene bu manzarayı görme şansım olacak…
İtalyanlar köpekleri çok seviyor. Özellikle gençleri köpek gezdirirken görmek mümkün. Köpekler cafelere restoranlara her yere girebiliyor.
Bir keresinde hiç durmadan bir hafta boyunca sağanak yağış oldu ve sonunda göl taştı. Ortaya çok güzel görüntüler çıktı. Tabii ki bu duruma alışkın oldukları için pek bir zarar yok. Fakat gölgeki teknesini kayığını kurtamaya çalışan bir adam boğulmuş diye duydum ne yazık ki.
Gölde kano yapılıyor ayrıca eğitimi de alınıyor. Akşamüstü saatlerinde çocukları kano kullanırken görüyordum.
İşte en güzel balkon… O çiçekler artık yoklar :(
Devamı gelecek… :)
Üzerine çiğ yağmış örümcek ağları…
Yazının devamı yakında… :)
Çok güzel anlatmışsın Gökçeciğim, oralara tekrar gitmiş kadar oldum, sğzına sağlık…
Harika bayıldım. kıskandım. içimdeki hep var olan ama bir türlü yapamadığım başka ülkelere gitme istediği depreşti.
Harika tek solukta okunan bir kuzey italya öyküsü :)
Güzel siteniz ve harika paylaşımlarınız için çooook teşekkürler…
Size de takip için teşekkürler :) Böyle yorumlar geldikçe daha çok yazı ve fotoğraf girmek geliyor içimden! :)
güzel paylaşım teşekkürler
Gokce’cim nasil guzel anlatmissin Italya’yi. Bence de en guzel Avrupa ulkelerinden biri Italya. Yazilarinin devamini bekliyorum. Baci
Çok güzel bir anlatım ellerinize sağlık. Harika bir yermiş. Umarım yeni yılda oralara tekrar gitme fırsatınız, bizim de gezip görme şansımız olur :)
Güzel resimler ve zevkle okudum yazınız müthiş yerler :) Teşekkürler
Merhabalar,
Kısa süreli yaşam için huzurlu ve güvenli, doğal güzellikleri olan bir yer araştırması yapıyorum.
Ulaşım kolaylığı ve güvenlik, biraz da canlı bir yaşantı öncelikleri m.
Önerir misiniz?
Hande